Ne güzeldir çocuk olmak. Tüm sokak, tüm mahalle hatta tüm şehir sanki bizim oyun alanımız… Özgür, coşkulu oyunlar… Kız çocukları daha çok bir, iki, üç diye adlandırılan bir top oyunu oynarlardı. Evlerimizin arka arsalarında evcilikler, kum oyunları, sek sek oyunu, ip atlama, dokuz taş oynar, hulahop çevirmeye, beştaş oynamaya da bayılırdık. Oğlan çocukları ise çember çevirir, telden arabalar yapar, karda kaymak için kızaklar ya da bilyeli tahta arabalar yaparlardı. Daha çok da mahalledeki çocuk bahçesinde futbol oynarlardı. Top oyunu ve bisiklete binmeyi severdim ben de…
Bazen arkadaşımız Nevinlerin bahçesinde toplanır, parmak gibi dutların olduğu görkemli ağaca tırmanır, en uç dallarına gitmekten korkmazdım çocuk aklımla. Bahçesinde mavi boyalı süs havuzunun olduğu Hamiyet Teyzelerin saksı çiçekleriyle dolu bahçesine bayılırdım. Bayırmahalle’de tek katlı evde oturmanın ayrıcalığıyla yumurtadan civcivlerin nasıl çıktığını gözlemlemiş, onları yumurta sarılarıyla beslemiş, tavuklarla, kedilerle dost olmuş ama kazlarla aram barışmamıştı. Tıslayarak beni bahçenin bir köşesine sıkıştırıp boyunlarını yüzüme doğru uzatır, beni korkuturlardı. Evimizin şömine şeklinde bir yerli ocağı vardı. Annem Safranbolu’dan bir ahbabına rica eder, bize yufkalar açardı. Anneannem de ocaktan alınan sıcacık yufkalara tereyağı sürer dürüm yapar elimize verirdi. Mutfağımızın ve kardeşlerimin en sıcacık anlarıydı… Anneannem, “Bizim zamanımızda değirmenlerde üretilen unlardan yapılan ekmekler sertti. Ne zaman Çankırı’da un fabrikası kuruldu, Ankara’nın ve Karadeniz’in un ihtiyacı karşılandı ve yumuşak ekmekler yemeğe başladık. Bu yufkalar da onun için lezzetli.” derdi. Yufkacı teyze de elimize hamurlar verir çeşitli şekillerde minik çörekler üretirdik. Bazen hızımızı alamaz, bahçemizdeki killi çamurlardan oyuncaklar yapardık.
Site Sinemasına çok güzel filmler gelir, mahallenin çocuklarıyla toplanıp sinemaya giderdik. Küçük kardeşimin tüm mızmızlanmalarına bile katlanır, iki film bitince eve yollanırdık ama yetmezdi bu bize. Arkasından oynayan iki seansa da gitmek için annemize yalvarırdık. Galiba amaç hep birlikte vakit geçirmenin güzelliğiydi. Göksel Arsoy ve Türkan Şoray hayranıydım. Hiçbir filmini kaçırmazdım. Öylesine sinema âşığı çocuklardık. Mahalledeki duvarlar ise, “Ali Ayşe’yi seviyor.” gibi yazılarla dolmaya başlamıştı. Hele çizgi filmlerin geldiğini duyduğumuzda, kimse bizi tutamazdı. Mickey Mouse ve Alaaddin’in Sihirli Lambası çizgi filmlerinin uzun metrajlı oynaması büyük bir ayrıcalık, olağanüstü bir güzellikti bizim için.
Apartmanlar çok makbuldü o yıllarda çünkü o kadar azdı ki… Tek katlı müstakil evimizden, İstasyon civarındaki bir apartman dairesine taşınmak, oyun alanımız olmadığı için beni hiç mutlu etmemişti ama yazlık Yıldız Sineması çok yakındı. Akşamüzerleri plaklar çalmaya başlar, ruhumuz Türk Sanat Müziği ile şenlenir, repertuvarımız epey genişlerdi. Müziğe merak sardığımızı fark eden babam, kardeşimle bana şık bir kadife kutu içinde mızıka hediye edince hevesimiz artmış, ikinci sınıfta mandolin, ortaokulu bitirince de akordeon çalmaya başlamış, müzik vazgeçilmez tutkum olmuştu, mahalledeki çocuklar gibi…
Kışın cumartesi geceleri Yenişehir Sinemasına apartmanca gider, dönüşte bir ailenin evinde toplanarak kendilerinin yaptığı dondurmadan yerdik. Kışın bu dondurma yeme ayrıcalığı biz çocukları mutlu ederdi. Küçücüktüm ama komşu teyzelerin bana iğne oyası öğretişini, kar helvası yapmasını, memleketlerinden getirdikleri dut pestilleriyle beni tanıştırmaları unutulmazdı.
Oğlan çocukları birbirleriyle çizgi roman değiş tokuşu yaparlardı. Teksas, Tommiks, Red Kit, Superman…… Ben de çizgi roman sevdalısı biri olarak kardeşimin elinden kaptığım gibi annemden gizli ders kitaplarımın arasına koyar okumaya başlardım. “Ders çalış.” diye kızardı annem ama babam, “Kelime hazineleri gelişir, okusunlar.” derdi. Küçük Prens, Ayşecik, Tenten’in çıkacağı günleri nasıl sabırsızlıkla beklediğimi hiç unutamam.
En sevindiğimiz anlar da Yenişehir’e dayımlara gideceğimiz günlerdi. Dolmuş, otobüs hiçbir vasıta yoktu. Mecburen çarşıdaki taksi durağına kadar yürür, arabayla giderdik. Yengem hamur tahtasında puf böreği, katmer açar, pişirip elimize tutuştururdu. O lezzetler unutulur gibi değildi.
Kuzenimle Ellievler’in aşağısındaki derede, tülbent veya mendille balık ya da kurbağa yavruları yakalar, büyük bir kavanozda beslerdik. Komşularının ya da tanıdıklarının meyve ağaçlarına tırmanır; elmadan, ayvaya, tüysüz şeftalisinden eriğine kadar doyasıya yerdik. Amaç, ağaç tepelerinde olmaktı. Yengemin ve komşularının bahçelerindeki körpecik salatalıkları koparıp yemek ayrı bir tattı. Çam ağaçlarıyla dolu bir koruluktu arka bahçeleri. Tavuk bile beslerler, taze yumurta alırlardı kümesten. Sümüklü böcekler çıkardı bazen. Beton zeminde sürünerek, gururlu bir edayla süzülerek arkalarında fosforlu bir iz bırakan sümüklü böceklere bayılırdım ama bazı yaramaz çocuklar, üzerlerine tuz dökerlerdi. Ellievler’deki dayımlardan, İkiyüzevler’deki dayımlara giderken arada kalan kırlık alandaki her çiçeğin güzelliğiyle mest olur; sarı, beyaz çiğdemler; bordo beşparmak çiçekleri, mavi mineler, mor sümbüller; sarı, beyaz papatyalarla dolu bir kucak kır çiçeği toplardık. Şimdi hiç göremediğim envaiçeşit kır çiçeğiyle doluydu doğa.
Bayram günleri verilen harçlıklarımızla moda olan kader kısmet oyunu alır, kardeşler ve kuzenler arasında söylenen numarayı kazır, hangi gofret çıktıysa onu verir, kendi aramızda eğlenirdik. En büyük ödül ise kocaman bir çikolataydı.
Annem komşularıyla birlikte pikniğe gitmeyi çok severdi. “Haydi çocuklar kıra gidiyoruz.” dediğinde bir gün önceden köfteler pişirilmiş, yumurtalar haşlanmış, börekler yapılmış olurdu. Civar köylere, ormanlara gider eğlenirdik. Daha uzak yerlere ise otobüsler tutulur, mahallece ve tanıdıklarla gidilirdi. Biz çocuklar oyun oynamak isterken ailesinden gizli buluşan sevdalıların rahatını da istemesek de kaçırmıyor değildik hani. Salıncaklar kurulur, top oyunları oynanır, büyük sofralarda iştahla güle oynaya piknik yapardık. Dönüşte otobüste söylenen şarkılarla mutluluk ve huzur içimizi kaplardı. Birlik beraberliğin, komşuluğun, dostluğun tadını doyasıya çıkarır, mutluluk ve huzur ruhumuzu kaplardı.
Karabük’teki o günler öylesine güzel günlerdi ki çok özlüyorum…
*Bu yazı, Zühal İzmirli tarafından yenisehirmiras.com için yazılmıştır.