İçeriğe geç

Zühal İzmirli’den: Yüz Evler’de Çocuk Olmak

Yüzevler…

Çarşının ortasında tren şeklinde uzanan, ara yollarıyla paralel sıralanan, tek katlı, altları bodrumlu yüz tane ev… Paralel yollarını süsleyen upuzun ağaçlar, evlerin önü çiçek, arkaları sebze meyve bahçesi, ön ve arka balkonu, iki oda bir hol ve mutfaktan oluşan mutluluk dolu yuvalar. Ekmeğini fabrikadan kazanan, arkadaş, dost, komşu sevgisiyle dolu huzurlu bireyler… Yuvalar mutlu olunca huzurlu, neşeli çocuklarla dolan, cıvıltılı sokaklar… Balkonlardaki rengârenk tahta kafesli kameriyeleri saran mis kokulu hanımeli ve sarmaşık güllerinin yaydığı mis kokular… Öbek öbek güllerin, lavantinlerin, çeşitli çiçeklerin süslediği renk şöleni bahçeler…

Bu güzel eve doğmuşum ben de Yenişehir’deki ilk hastanede. Demir Çelik Hastanesi’nde… Yıl 1950… Her gün annemin söylediği şarkılar, babamın plaklardan çalıştığı İngilizce ve Almanca sesleri arasında büyümüşüm. Annemin meyve ağaçlarıyla sebzeleriyle yöresel çavuş üzümleriyle uğraştığı bahçede konuşmayı, yürümeyi öğrenmişim. Teyzemin elinden tutup her gün çocuk bahçesine gitmeyi istediğim, tahtadan dönme dolaplara, tahterevallilere, salıncaklara bindiğim, fabrikanın çalışanlarına sunduğu imkânlar içinde eğlenmişim. Her sabah teyzemle binamızın sırasındaki şapka şeklindeki ekmek gişesine minik adımlarımla yürüyüp evimize sıcacık ekmekler getirmenin becerisini, mutluluğunu duymuşum. Teyzemin arkadaşlarıyla her akşam yürüyüşe çıktığımız mis kokulu sokaklarında şakacı takılmalarla “Belgin Doruk” gibi artist adlarıyla tutturulan nakaratlarla dile gelen aşk ifşalarıyla sırlara ortak olmuşum…

Kızlar, mahalledeki erkeklerin korumasında, ailelerin de kontrolündeydi. Buna rağmen arada kaçamaklar olmuyor değildi. Demir Çelik Hastanesi’nin yanındaki polikliniklerin bulunduğu yerde tek katlı, uzun bir sinema vardı. Yenişehir’in ilk sineması… Kızlar toplanıp sinemaya gitme iznini ailelerinden kopardıklarında, konuştukları gençlerle gruptan ayrılanlar da olmuyor değildi hani… Şimdiki gençler arasındaki çıkma teklifi, o yılların konuşma teklifiydi. Konuşma teklifi kabul edildiğinde, Karabük’ün rengârenk sonbahar manzarasındaki sokaklarında; saf, temiz, romantik, pembe bulutlar içinde yürüyüşler başlar, sinema dönüşü ayarlanarak, arkadaşlarına katılıp evlerine dönerlerdi. Ben küçük olduğumdan sinemaya götürmezdi teyzem ama kızlar toplandıklarında tüm anlatılarına şahit olurdum. Gece yarısına kadar dışarıdaydı tüm çocuklar, gençler. Herkes kardeşlerini yanına alır; sarı ışıklı, lambaların uzun sarı, yeşil yaprakların hışırtısı altındaki ağaçların, bahçelerdeki çiçeklerin, güllerin kokularını yaydığı sokaklarında toplanır, birlikte oynar, eğlenirlerdi.

Çarşıya en yakın ve aydınlık sokak bizim evin önündekiydi. O yüzden bu sokak kalabalık olurdu. Saklambaç oynardık, her evin bahçesi bizimdi zaten. Bazen kameriyelerde oturup el şaklatma, parmak şıklatma oyunu oynardık. Kulaktan kulağa ise bazen bilmediğimiz sırları öğrendiğimiz komik ve heyecanlı bir oyundu. Ellerimizde kokusuyla mest olduğumuz güller olurdu oyun oynarken bile…Oyunlar bitince Hacı Baba’nın pastanesine dondurma almaya giderdik Yüzevler’in çocuklarıyla… Öyle şenlikli öyle dost öyle mutlu çocuklardık…        

Her şey her zaman güzel olamazdı. Acılarda da sefalarda da dostlar hep birlikteydiler. Komşuluklar dedikodusuz ve içtendi.

Babam, gıdım gıdım biriktirdiği paralarla büyük bir motosiklet almıştı. Hatta Karabük’ün gençleri motosiklet grubunu oluşturmuşlar, en az on motosikletle Abant’a, Uludağ’a geziler yapmaya başlamışlardı. Uzun gezilere eşlerini götürmezlerdi, yorucu olur diye… Kısa mesafeli gezilere ise aileleriyle katılırlar, arkadaş gruplarıyla neşeli vakit geçirirlerdi. Babam, motosikletin önündeki benzin deposuna oturturdu beni, annem de arkaya. Ver elini Safranbolu, Amasra… Küçücüktüm ama unutmadım o güzel günleri. Bahçemizden pembe şurup güllerini toplayıp şişeye tıkarak yaptığım gül şuruplarını, terelerin arasına düşen parmak dutları toplayıp yediğim o günleri, hele ilk defa gelin görüp yanından ayrılmadığım o günü. Odaları boşaltıp sandalyeleri dizmişler ve öndeki sandalyeye dirseğine kadar eldivenli gelini oturtmuşlardı. Kadınlar ortada tef çalıp oynarken gelin de tacının iki yanından demet hâlinde yerlere kadar sarkan sapsarı sırma tellerden koparıp isteyenlere sunuyordu. Bana da vermişti uğur getirsin diye… Hiç konuşmuyordu, şaşırmıştım. Eskiden gelinler mahcup mahcup oturup süzülürlerdi. Sünnet düğünleri de gül kokulu bahçelere sünnet yatağı kurularak, kare tahta masalar ve tahta sandalyeler konarak yemekli, eğlenceli, şarkılı, coşkulu geçerdi.

Anneannem, her bayram el öpmek için komşulara gönderir, kapıdan ne yaptığımı takip ederdi. “Sakın para alma.” derdi. Öyle zariftiler ki zaten etrafı iğne oyalı, tafta ya da ipek kumaşa ismimin baş harfini işledikleri, içine çikolata, badem ya da Safranbolu’nun ünlü fındıklı lokumunda koydukları mendiller verirlerdi komşu teyzeler…

Bir bayram günü ise kapının önünde komşu çocuklarla oynuyorduk. Kaçan topu alayım derken bir motosiklet altına almıştı beni. Kafamın her tekerlek dönüşünde asfalta defalarca vurduğunu anımsıyorum çocuk hatıralarımda. Hele olayı gören bir amcanın beni kaptığı gibi halin ortasından koşarak hastaneye götürdüğünü, minik aklımla beni kaçırıyor sanarak kucağında çırpındığımı, “bırak” diye bağırdığımı ama sonrasında gözümü Demir Çelik Hastanesi’nde açtığımı hatırlıyorum. Annemle babamın kazadan haberi olmuş, yanıma koşmuşlardı. Doğduğum bu hastanede ikinci kez dünyaya gelmiştim. Burası ev huzurunda bir kurumdu. Yan tarafında da tek katlı poliklinikler bulunuyordu. Geçirdiğim kazadan sonra trafikten ve arabalardan çok korktuğumu, Karabük Çarşısı’ndaki dört yola açılan merkezdeki alandan karşıya geçmek için zorlandığımı hiç unutmadım. Meydanın tam ortasında şimdilerde heykelin bulunduğu yerde, bir elektrik lambası direği vardı. İstasyondan Atatürk İlkokulu’na giderken koşarak lambanın ortasına kadar gelir, o tenha trafikte arabaları kontrol eder, tekrar koşarak geçerdim. Bu korkuyu büyüyene kadar hep yaşadım.

Babam kendi iş yerini kurduğunda, lojmandan taşınmak zorunda kalmıştık. Annemin beni Bayır Mahalle’deki tek katlı evimize sürükleyerek götürdüğünü, yol boyunda “Gitmeyeceğim!” diye direttiğimi, içimin ayrılık sızısıyla kaplandığı o günü hiç unutmadım. Ve o günden sonra Yüzevler’in o doyulmaz sonbahar ve ilkbahar renkleriyle süslü bahçelerinin çiçek kokularını aklımdan hiç çıkaramadım.

Ben de her çocuk gibi küçüklük anılarının, ruhumuzda nasıl da derin izler bıraktığını yaş aldıkça anladım. Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın en mutlu en değerli anıları yaşaması ve biriktirmesi dileğiyle sağlıkla, sevgiyle kalın…                                                                                     

*Bu yazı Sevgili Zühal İzmirli tarafından http://www.yenisehirmiras.com için hazırlanmıştır. Paylaşımlarda kaynak gösterilmesini rica ederiz.  

2 replies »

  1. Çok güzel anlatmışsınız o yılları. Ben de 50 Evler’de the o yılları yaşadım. 100 Evler de çok güzeldi. Yol boyunca da dut ağaçları olurdu. Bir de futbol sahanız vardı ve orada 50 Evler takımı olarak maç yapardık 100 Evler takımıyla. Samim, Haşim ve Tamer’i hatırlıyorum o takımdan. Şimdi her şey dümdüz edildi, geriye sadece anılar kaldı.

    • Cemal Bey, çok teşekkürler bu kıymetli yorumunuz için. O dönemden, belki unutulmaz bir maçınızdan, yaşadıklarınızdan bir hatırayı paylaşmak isterseniz aysegul.tabak@gmail.com adresine yazabilirsiniz, varsa fotoğraf da ekleyebilirsiniz. Paylaşmaktan mutluluk duyarız.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s