İçeriğe geç

Bir Bürnük Köyü Var Uzakta


*Kıymetli Zühal İzmirli’den Karabük’ün Hafızası için bir yazı

24 Kasım Öğretmenler Günü yaklaşınca aklıma bir anda Bürnük Köyü geldi.

Yıl 1968… 18 yaşında, çocukluktan yeni çıkmış bir genç… Öğretmen olmanın verdiği ciddiyeti, şefkati, gururu, yardımseverliği ve bilirkişiliği üzerimde taşımam gerektiğinden yaşıtlarım gibi davranmayı unutmuştum. Ailem İstanbul’da yaşıyordu. Karabük doğumlu olduğumdan bu yöredeki bir dağ köyüne tayinim çıkmıştı. Bürnük Köyü… Oraya ilk gidişimi hiç unutamam. Ormanın içinde, yollarından sular akan yedi mahalleli, doğanın nimetlerinden nasibini almış, cana yakın insanlarıyla güzel mi güzel bir köy. Beni karşılayan köyün yaşlıları, harıl harıl kalabileceğim bir ev aramaya başlamıştı. Sonunda bir ailenin yanında kalmama karar verdiler. Öyle iyiydi ki beni evlerine kabul eden aile… Kilerlerinin yanına sonradan yaptırdıkları misafir odasını bana tahsis ederek özel tuvalet bile yaptırmışlardı. Alt kat ahırdı. Tahtalar biraz aralık… “Olsun dedi teyzem, kışın sıcak olur. Halıyı serdim boylu boyunca aralık tahtaların üstüne. Eşyalarımı yerleştirmiş, göreve başlamaya hazırdım. İneklerden, köpeklerden korkuyordum ama belli etmek istemiyordum zira farkına varanlar için için gülüyorlardı. Çocuk duygularımı bastırıp dik, cesur, güçlü durmaya çalışıyordum Her sabah ev sahibimin kızı sobamı yakardı. Yörenin kanlıca mantarından toplamaya çıktıklarında, bana da közleyip getirirlerdi. Yaptıkları her börek, çörek ve tereyağından tattırmadan içleri rahat etmezdi. Her seferinde tepsinin göbeği gelirdi tüm itirazlarıma karşın… “Vereceksen en iyisini vereceksin konuğuna,” derdi ev sahibim. Karabük’ümüzün candan, vefalı, özverili, sevecen, misafirperver özelliklerini taşıyan güzel insanlarındandı. Köyün kadınlarıyla çevreyi gezmeye çıktığımda, tarlalarındaki bağlarındaki bereketli ürünlerin güzelliğiyle şaşırmıştım. Tazecik salatalıkları elbisemize silip yiyor, o lezzetli çavuş üzümlerinin tadına varıyor, yemyeşil taze cevizleri taşla kırıp içini çıkarıyorduk. Bir genç kız, “Duvara as çiviyle, odan çok güzel kokar,” diyerek, yapraklı bir ayva koparıp verdi, Kaldığım mahallenin çevresini tanımaya başlamıştım yavaş yavaş… Odamın penceresi, geniş bir çam ormanına ve köyün meydanındaki çamaşırhane ile sürekli suyun aktığı yalağa bakıyordu. Tarladan topladıkları ıspanakları, pazıları yalağa atıp yıkayan köyün kızlarını; çamaşırhanenin odunlarının yakıldığı günler, köy kadınlarının çamaşırhanedeki telaşlarını ilgiyle seyrediyordum. Evler iki katlıydı, alt katlarına ahır ve odunluk yapılmış, tahta merdivenlerle üst kattaki oturma alanına çıkılıyordu. Banyolar tahta bir dolap içindeydi, musluklu bir su varili ve tahta tabure bulunuyordu. Annem İstanbul’dan bir gaz lambası bir de lüks lambası getirmişti. Alışkın değildim, ev sahibimin kızından lambaları yakmasını ve islerini silmesini öğrenmiştim. Bir pilli radyom vardı baş ucumda. Geceleri radyo tiyatrosu ve şarkı dinleyerek uykuya dalıyordum.

1968 yılında / Bürnük Köyü İlkokulu

Demir Çelik Fabrikasının otobüsleri, kaldığım evin önünden kalkıyordu. Köyün erkekleri fabrikada çalışıyor, kadınlar bağ bahçe işlerine bakıyordu. Elektrik yoktu ama bazı evlerde tüple çalışan buzdolabı bile vardı. Kadınlar birbirlerinden heves etmişler dikiş makinesi almışlardı. Kimi değerlendiriyor, kiminin ki tavan arasında bekliyordu. Fabrikanın nimeti köylere kadar uzanıyor, herkes maddi gücüyle mutlu, huzurlu yaşıyordu.

Kadınların işi çok fazlaydı… Hayvanlara verilecek samanları toplayıp bağlayarak sırtlarında taşımak, tarlayı ekip biçmek, hayvanları otlatırken beş şişle çorap örmek, iğleri ellerinde döndürerek yünleri eğirmek, sütleri sağmak, tereyağı çıkarmak, akşamları hayvanların yemlerini vermek, ahırı süpürüp temizlemek… Zordu işleri ama herkes memnundu hayatından.

Okulların açıldığı gün okulun tadilata ihtiyacı olduğu ve imece usulüyle tamir edileceğini söylediler. Biz de köyün camisindeki bir odada eğitim öğretimi sürdürecektik. Odada neredeyse nefes alacak yer yoktu. Beş sınıf bir arada ve kalabalıktı… Annem İstanbul’a dönmeden merak edip kapıyı açtığında, “Nasıl nefes alıyorsun? İnanılmaz bir hava var içerde, çok kalabalık,” demiş, benim için üzülmüştü. Kısa sürede okulun tadilatı bitince sınıflarımıza yerleştik. Ben dört, beş ve birinci sınıfları okutacaktım. İşim zordu. Sınıfa girdiğimde sıraların yıllardır yıkanmadığını gördüm. Okulun arkasındaki tulumbaya sıraları taşıyıp köpük köpük fırçalayıp tertemiz yaptık. Tahtalar kuruyana kadar da tepeden köyü seyrettiğimiz okul bahçesinde ders yaptık. Tavan yüksekti. Pencereler uzun. Burayı sevimli bir sınıf hâline getirmeye çalışıp pencerelere perdeler, sıralara örtüler diktim. Sınıf tahtasını ve pencerelerin dökülmüş yerlerini yağlıboyayla boyadım. Rengârenk tebeşirler alıp yazdıklarımın ilgi çekmesini sağlamaya çalıştım. Bu arada hafta sonları Karabük’e gittiğimde anneannem, “Kızım çok masraf yapıyorsun bari ayda 100 lira ver de biriktireyim sana,” deyince içimden kızıyordum… Karda, buzda okula yürüyor, yosunlu taşların köprü görevini gördüğü dereden atlaya zıplaya geçip okulun yokuşunu tırmanıyor, öğlen yemeklerinde de aynı yolu yeniden kat ediyordum.

Köyün, ulaşım için bir kamyonu vardı ama saatleri bana hiç uymuyordu. Fabrikada çalışan dayılarım ve teyzem şehre inmediğimde beni ziyarete geliyor, dolmalar, tavuklar getirip yemek ihtiyacımı gideriyorlardı. Yoksa yumurtaya devam ediyordum. Hafta sonları Karabük’e gittiğimde, dönüşüm sorun oluyordu. Sabahın ayazında Demir Çelik Fabrikasının girişindeki köprüde bekliyor, servis otobüsleriyle Bürnük’e gidiyordum. Bazen denk gelen yaşlı, aksi bir şoför beni almak istemeyince servisteki işçiler kızıp yolun biraz ötesinde aracı durduruyor, otobüs geri geri gelip beni alıyordu. Otobüsteki konuşmalar köy işleri, iş hayatları ve güncel siyaset üzerineydi. Çok çalışkan, öğrenmeye istekli, çağdaş insanlardı. “Köy yolunu imece usulüyle biz yaptık,” diyerek gururlanıyorlardı. Dik, tepeye tırmanan bir yoldu.  Yolun üzerinden demiryolu geçiyordu, o hemzemin geçidine gelindiğinde, bir işçi arabadan iniyor bir sola bir sağa bakarak trenin gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Kışın yolculuk çok zordu, otobüs soğuk, yol buzlu… Zaman zaman otobüs kayıyordu.                     

Ramazan gelmişti. Bulunduğum mahallede sanırım elli hane vardı. Âdettenmiş, otuz gün her ev köy halkına iftar verirmiş. Tabii ben de davetliydim. Her zaman gidemesem de ev sahibim ve kızlarıyla davete icabet ediyordum. Davetlerde yemekleri köyün aşçı kadınları yapıyordu. Çorba, et sote, pilav, börek, salata, tatlı… Odadaki yuvarlak hamur tahtalarının ya da sinilerin ortasına sahan çukur tabaklara önce çorba konuyor, o bitince diğer yemekler sırayla geliyordu. Herkes aynı sahana kaşık sallayınca ben hemen bir iki kaşık alıp fark ettirmeden bırakıyordum. Çok hassaslardı her ne kadar belli etmesem de aynı tabaktan yiyemeyeceğimi anlamış olmalılar ki bana ayrı tabakta yemek getirmeye başladılar. Ben ısrarla istemesem de, “Yok Öğretmen Hanım uzanamıyorsun sofraya,” diyorlardı. Hatta ilk davete gittiğim günü unutamam. Herkesin önüne katlanmış yufkalar, kaşık çatallar konmuştu. Bağdaş kurup sofraya oturduğumuzda herkesin gözü bendeydi. Ne yapacağımı bilememiştim. “Herhâlde benim başlamamı bekliyorlar,” diye düşünüp, yufkadan bir parça kopardım. “Biliyormuş bunun ekmek olduğunu!” diyerek gülüştüler. Daha öncelerde çalışan İstanbullu bir öğretmenin yufkayı peçete sanıp dizlerinin üzerine serdiğini anlattılar. “Sen de İstanbullusun ama biliyormuşsun,” dediler. “Aa hiç bilmez miyim, Karabüklüyüm ben! Burada doğdum, büyüdüm,” deyince anladılar.     

Stajımın kalkması için bir dosya hazırlayıp köyü anlatmam gerekiyordu. Coğrafyasından tarihine, folklorundan yemeklerine iyice araştırıp bir dosya hazırladım. Duyulmamış şarkılar, tekerlemeler, maniler, oyunlar öyle çoktu ki…  

 Bazen kadınlar evlerinde eğlenceler düzenlerler, beni de çağırırlardı. Tepsi, darbuka, tef çalıp yöresel türküler, şarkılar söyleyip, yöresel oyunlarını oynarlardı. Bu vesile ile tekerlemelerini, manilerini, türkülerini yazıp öğrenmiştim.

Çok işim vardı. Bu arada üç okul birleşmiş ortak bir müsamere yapmaya karar vermiştik. Çok çalışıyordum. Akşam altıdan önce eve gidemiyordum. Gelir gelmez bir yumurta kırıp karnımı doyuruyor sonra da birinci sınıftaki çocukları beşer kişilik gruplar hâlinde eve çağırıyordum. Anneleri uzun divanımda çay içip tığ, örgü işleri yaparken ben de masada çocuklara okuma yazma öğretiyordum. Zaman bana yetmiyordu. Arada da üç köy birleşip müsamere için ortak provalar yapıyorduk. Bu yolculuklarımızı yayan yapıyor, çam ağaçlarının, çiçeklerin arasından yürüyorduk. Çocuklar alışkındı ormana… Yaşamları ormanın içinde geçiyordu. Üç köyde de sıraları birleştirerek sahneleri kurduktan sonra duvardan duvara gerdiğimiz ip üzerine de perdeleri astık. Müsameremiz her köyde birer akşam büyük bir ilgi ve coşku ile izlenmiş, yerel basında haber olarak yayınlanmıştı. Köylerde televizyonun, sinemanın olmadığı o günlerde bu üç köy, müsamere aracılığıyla birbirlerine konuk olmuş, aynı gösterileri üç gün bıkmadan seyretmişler, herkes için bir şölen olmuştu.

Ailemi özlüyordum. Bir bayram tatilinde gittiğimde, İstanbul’a işi için gelen köyün muhtarı, ailemi ziyarete gelmişti. Dönüşte iade-i ziyaret için gittiğimde, köyde yeni yeni kuzular doğmaya başlamıştı. Henüz doğan ak kuzuları, kara kuzuları şöminenin (ocak) önüne koyup ısınmasını sağlıyorlardı. Gelirken yolda İzmit’ten aldığım pişmaniyeyi verdiğimde, muhtarın torunu sabırsızlıkla kutuyu açmış, hayal kırıklığına uğramıştı. İlk defa gördüğü pişmaniyenin ne olduğunu anlayamamış, “Ag goyunun gılı, gara goyunun gılı” diyerek alıp alıp yere atmış, çok gülüşmüştük.   

Yıl sonu yaklaşıyordu. Bir gün tahta başında, öğrencilerime hâlâ bir şeyler öğretmenin çabası içindeyken, çocuklarla piknik yapmadığımı fark edip onlara söz verdim. Ertesi gün içinden bir derenin geçtiği ormana gittik. Kırmızı alabalıklar şırıl şırıl akan suda yüzüyor, mis kokulu, inanılmaz güzellikteki çiçekler doğayı süslüyordu. Bu seyrine doyulmaz manzara rüya gibiydi.

Sene sonu gelmişti. Ulaşım zorluğu beni çok zorlamış, bu güzel köyden ayrılmak beni üzse de özel bir okulda, ailemin yanında öğretmenliğime devam etmek istemiştim. O son günü de hiç unutamam. Çok korkuyordum farelerden, en son güne kadar bana görünmemişler, ara sıra sesleriyle varlıklarını belli etseler de onları fark etmemiştim.  Odamın yanındaki kilerden geçiş yolu bulmuşlar, banyo dolabının sıvasını delmeye uğraşmışlardı ama alçıyla sıvamıştım. O son gece odamın ortasında gördüğüm bir, iki minik fareden ödüm patlamış, yatağımın üzerinde ayakta sabaha kadar beklemiştim. Sonra anladım, bana güle güle demeye gelmişlerdi. Dönüş günü, küçük bir kamyonete yüklediğim eşyalarımı gören köy halkının, özellikle yaşlı kadınlarının gözyaşlarını hâlâ unutamam…

Aradan geçen elli yıl sonra Karabük’e geldiğimde Bürnük’ü ziyaret etmek istedim. Köyün merkezine bulunduğum evin önündeki alana geldiğimde bizi köyün cılız kalmış bir köpeği karşıladı. Terk edilmiş bir köy vardı önümde. Çok şaşırmıştım. Hayal mi görüyordum, bilemedim. O sokaktan o sokağa koşturuyor, “Kimse yok mu!” diye bağırıyordum. İki katlı betonarme bir binanın balkonundan bir kız başını uzattı. “Anne! Beyaz saçlı bir kadın seni çağırıyor,” dedi. Kapıyı açan kadına derdimi anlattım. “Ben bu evin sahiplerini arıyorum. Köyün insanları nerde?” dedim. “Kimse kalmadı. Herkes bir yerlere göçtü,” dedi. Köyde binalar aynı şekilde duruyordu. Yalnız, bomboş kalan okulumun dere yolundaki ağaçların boyları uzamış, tepedeki binası ve akarsuyu görünmez olmuştu. Üzgün, hüzünlü bir hâlde dönerken; tarlada çalışan yaşlı bir adamı görüp köye ne olduğunu sorduk. “Herkes göçtü, biz bu köyde sadece beş hane kaldık,” dedi… Bu gördüklerim gerçek olamazdı. Evet iyice inanmıştım hayal gördüğüme… Böyle güzel böyle fabrikanın nimetlerinden yararlanan modern, mutlu insanlara ne olmuştu?!..

                                                                           Sevgiyle kalın.

10 replies »

  1. Zuhalciğim ilköğretmenliğimizi o kadar güzel anlatmışsın ki… Çok duygulandım. Benim de Balıklı köyünde yaşadıklarımın aynısı…Ne güzel günlerdi… Beni o günlere götürdün. Teşekkürler…

  2. Mükemmel bir yazı. Hocamıza yarım yüzyıla ışık tuttuğunu için teşekkür ederim. Görev yaptığı sırada henüz 1 yaşında bir bebek milim. Şimdi 26 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Yazıyı bir köylümüz vasıtasıyla gördüm. Bir nefeste su gibi okudum.

  3. Mükemmel bir yazı. Hocamıza yarım yüzyıla ışık tuttuğunu için teşekkür ederim. Görev yaptığı sırada henüz 1 yaşında bir bebek mişim. Şimdi 26 yıldır İstanbul’da yaşıyor. Yazıyı bir köylümüz vasıtasıyla gördüm. Bir nefeste su gibi okudum.

  4. Bende Bürnük köyündenım ilkokulu yazıdaki idailist ögretmetmenlerimin gayretli çalışmaları ile bitirdim güzel bir yazı olmuş emeğinize yüreğinize ellerine sağlık çok teşekkürler saygılar gönderiyorum

  5. Bende Bürnük köyündenım ilkokulu yazıdaki idailist ögretmetmenlerimin gayretli çalışmaları ile bitirdim güzel bir yazı olmuş emeğinize yüreğinize ellerine sağlık çok teşekkürler saygılar gönderiyorum

  6. Ülkemiz sizin ve annem gibi Calikuslarinin sayesinde yükseldi.. Sizler gerçek onculerdiniz.Hediye yarısıyla ilgilenen değil,tersine maaşını ilkeleri doğrultusunda düşünmeden harcayan fedakar ,idealist onculer..
    SIZIN DOSTUNUZ,annemin evladı olmaktan gurur duyuyor ,kendimi bu yönden şanslı buluyorum.Sevgi ve kişiliğinize saygimla.

  7. Zühal İzmirli hocamızın bahsettiği köyde doğdum. Güzel hatıralar canlandı. Keşke hocamızın staj sonu hazırladığı dosyayı incele imkanımız olsa.
    Fakat alabalık tutulan dereyi bilemedim. Keşke adını da verebilseydi

  8. 5000 evlerden Bürnük’e bakıp gitmek isterdim. O güzel köy boşalmış gibi olsa da görmeye değer. Yazınız mükemmel. Bir gün gitmek umuduyla…

  9. Zuhal Hanım çok güzel anlatmışsınız. İlk atanma kuramda Şarkışla çıkmıştı. Yıl 1964. Kara tren yolculuğumu ve Gece yarısı Şarkışla’daki karşılanmamı asla unutamam.
    Karşıyaka da ilçe idi ama ilk kez bir Anadolu ilçesine yaşamaya, isteyerek gitmiştim. Becayiş yapma olanağımı tüm ısrarlara karşın kullanmamıştım,
    Çalıkuşu romanının etkisiyle.
    Şarkışla’da ben de bir ders yılı kalıp evlenerek ayrıldım.
    Bir daha Şarkışla’yı çok istememe karşın göremedim.
    Bir öğrencimle ara ara telefonla görüşüyoruz. Şarkışla’nın çok değiştiğini söylüyor. Birlikte gitmeyi istedik ama olamadı.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s